insanların düşünmesine de engel olan bir eğitim ve medya var. İnsanların düşüncesi yasaklanmış vaziyette. Biz insanların düşünmesinin önünü açmak istiyoruz. Düşünmek, soru sormakla başlar.

Ahmet Altan

29 Kasım 2007 Perşembe

Şu çılgın palavracılar

Dün yazdım, elbette kimse takılmamıştır: Biz hiçbir şehir kurmadık, hiçbir yer keşfetmedik, hiçbir şey icat etmedik.

Şehir kurmadık, hep başkalarının şehirlerini ele geçirdik.

Asıl adı Manzikert olan Malazgirt’ten başlar bu, bir ara elimizden kaçırıp da geri aldığımız İzmir’e kadar gider.

Elbette eskiden birer çadırlar kümesi olan Taşkent, Buhara, Semerkand falan sayılmazsa...

O şehirlere muhteşem damgalar vurduk: Önce Konya, Kayseri, Sivas, sonra Bursa, Edirne, İstanbul “bizim” oldular. Azınlıkları kovalayınca da tepeden tırnağa bizim.

Ama bunların hepsi Bizans şehirleriydi aslında.

Aldıklarımızın bir kısmını geri verdik: Belgrad, Budapeşte, Atina, Selanik, Bükreş, Şam, Bağdat, Kahire, Mekke, Medine...

İzlerimizi de çabuk sildiler: Her bir şehirde iki cami, iki türbe, iki çeşme kaldı geriye, o kadar.

Toprak alınca sevinip toprak verince üzülmekle geçti tarihimiz. Almak en doğal hakkımızdı, ne cüretle bizden geri isteyebiliyorlardı?

O topraklara feodalizmden daha ileri bir düzen götürüp tutunduk, kapitalizm doğup gelişince tutunamaz olduk. Bizi püskürttüler.

Çünkü bilimle de ilgimiz olmadı. Bilim üretemedik, onu işe vurup teknoloji de yaratamadık.

Bu nedenle de hiçbirimizin icat ettiği hiçbir şey yoktur.

Hezarfen Çelebi’nin uçma denemesi, Edward Jenner’in yeniden ürettiği çiçek aşısı gibi “hoşluklar” dışında... Bunlar el yordamıyla “sezilmiş” hoşluklardı. Ortada ne hipotez vardı ne laboratuvar ne deney ne sağlama.

Tümevarımı bilemedik, hep tümdengeldik anasını satayım!

Tövbe, aklıma bir “Behçet hastalığı” geliyor, ama o da icat değil alt tarafı teşhis, bir de Zafer Mutlu’dan torpilli medya doktoru Mehmet Öz’ün yerli yersiz “fındık yiyin” demesi...

Ama bir Atom Enerjisi Komisyonu’muz bile olacaktı bir yerlerde...

Kullandığımız teknoloji ithal malıdır, hem de eskisi.

Kalkıp da bana Fatih Sultan Mehmet’in topundan sözetmeyin, onu yapan Urban adında bir Macar. O zamanlar mühendis denmediği için, usta.

Elimize kalan da, Fiat ve Renault fabrikalarının eski kalıpları. Toyota’nın “bize yeterli” gördüğü orta halli modelleri.

Hiçbir yeri keşfetmiş değiliz, on altıncı yüzyıl başlarında Hindistan kıyılarını şöyle bir yoklayıp, Portekiz’in deniz gücü karşısında söktüremeyip geri bastığımız zaman aralığını saymazsanız... Okyanusları bırakın, bizi Batı Akdeniz’e bile sokmadılar.

Piri Reis haritası mı? Kopyadır ulan o, kopya!

Dünyayı dolaşmayı bile ancak yirminci yüzyıl sonlarında akıl edebildik, o da ya küçük tekneyle büyük gemi yedeğinde, ya da sıkılınca ara ara uçağa atlayıp İstanbul’a dönerek.

Bir yandan da yurt dışına çıkan, biryerleri, birşeyleri merak edenlerimize küfür ederek!

Çılgınlara haksızlık da etmeyelim: Bir “Feydamid” projemiz vardı, onunla uzaya gidecektik, herhalde akşam serinliğinde...

Bir de Dönergeç projemiz var, fizik kanunlarına meydan okuyan devr-i daim makinesi ama henüz piyasaya çıkamadı. Ulusalcı bir makine bu, gazeteciler ve bürokratlar destek veriyorlar.

Zaten meydan okumayı severiz biz, yedi düvele de, bilime de.

Eşeğimizi kaybedip bulunca bize Nasreddin Hoca, Batı Anadolu’yu kaybedip geri alınca da çılgın diyorlar.
Musul ile Kerkük’ü geri alamayınca da kahraman.

ENGIN ARDIC

Hiç yorum yok: