insanların düşünmesine de engel olan bir eğitim ve medya var. İnsanların düşüncesi yasaklanmış vaziyette. Biz insanların düşünmesinin önünü açmak istiyoruz. Düşünmek, soru sormakla başlar.

Ahmet Altan

3 Şubat 2008 Pazar

Bir program, bir karar, bir fıkra
Baskın Oran


Bir TV programı
Can Dündar’ın “Neden” programları yeni başlamış, ikincisindeyiz. Hrant da davetli. Katledilmesine daha dört ay var.
Bir de, Niğde Üniversitesi’nden Prof. Özcan Yeniçeri. Konuşma şöyle geçiyor (Can Dündar, Milliyet, 20.01.08):
Dündar: “Soykırım vardır” diyenler konuşturulmayacaksa fikir tartışması nasıl yürütülecek?
Yeniçeri: Söze soykırımla başlarsanız hakarettir. Çok net. Ben aşağılanmış hissederim kendimi.
Hrant: Bakın, Vural Savaş da “Ermenilerin geçmişte şöyle, böyle emelleri vardı” türü laflar söylüyor, ben Ermeni olduğum halde bunu hakaret olarak almıyorum.
Yeniçeri: Sizin almamanız, sizin zihinsel veya psikolojik yapınızla ilgili bir şey. Benim almam da benim kültürümle ve değerlerimle ilgili bir şey.
Dündar: Peki, burada hakaret içermeyen bir tartışma yapılamaz mı?
Yeniçeri: Bir rivayete göre benim babamın babasının dedesi, Hrant’ın babasının babasının dedesini bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen bir şekilde öldürmüş. Yani mezar taşlarına dönenler mezar olmaya mahkûmdur.
Dündar: Sizin bunu söylemeye hakkınız var da, Hrant’ın “Böyle değildir” demek hakkı yok mu?
Yeniçeri: Bu belgeler Tarih Kurumu belgeleri… Devlet arşivini açıyor. Bunlar oturup tartışılabilir.
Dündar: Niye tartışmıyoruz?
Yeniçeri: Ama siz “Baban katildir” diyerek söze başlayamazsınız.
Hrant: Öyle bir şey demiyorum.
Yeniçeri: Sen “Soykırımcı” dediğin zaman, bunun başka anlamı mı var?
Böyle sürüp gidiyor. En ilginci, “hakaret” kavramını yorumlamasından da öte, Prof. Yeniçeri’nin durup dururken, “Mezar taşlarına dönenler mezar olmaya mahkûmdur” demesi…
Bir Yargıtay kararı
(23 Ocak 2008 tarihli basından): Yargıtay, Nobel ödüllü yazar O. Pamuk aleyhinde tartışma yaratacak bir karara imza attı.
Pamuk’un bir yabancı dergide “Burada 30.000 Kürt öldürüldü. 1 milyon da Ermeni ve neredeyse kimse bundan söz etmeye cesaret edemiyor” şeklindeki sözleri çıkmıştı. Davacı avukat Kemal Kerinçsiz “Bu sözler Türk milletini topyekûn itham altına sokmuştur” gerekçesiyle tazminat talep etmişti.
Şişli 3. Asliye Hukuk Mahkemesi bu davayı “davacıların sadece Türk milletinin bir ferdi olmalarının bu konuda dava açabilmelerine yeterli olmadığı” gerekçesiyle reddetmişti. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu kararı 2’ye karşı 3 oyla bozdu. Karar şöyle:
“Kişisel değerlerin; şeref ve haysiyeti, özgürlüğü, vücut ve ruh bütünlüğü ve sağlığı, ırk, din ve vatandaşlık gibi bağları kapsadığı kabul edilmektedir. Kişiler onur ve şerefleri gibi mensubu bulundukları ve anayasa ile çerçevesi belirlenmiş bir millete aidiyet duygularında yukarıdaki açıklamalar nazara alındığında; kişilik değerleri kapsamında ve hukuki koruma altındadır… Davacıların vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları Türk milletine yönelik olması durumunda davacıların aktif dava ehliyeti bulunmaktadır”.
Bu durumda, artık TC vatandaşı olan herkes Pamuk aleyhine tazminat davası açabilecek.
Bu yargı kararı hakkında bir şey söylemiyorum. Çünkü söylersem, TCK Md. 288’in şu anda çok moda olan yorumuna göre bu benim “savcı, hâkim, mahkeme, bilir­kişi veya tanıkları etkilemek amacıyla” beyan verdiğim anlamına sokulur. Hediyesi, “Adlî yargılamayı etkilemeye teşebbüs”ten 3 yıldır. Nitekim, şu anda Agos’tan Serkis Seropyan ve Aris Nalcı gazetede kendilerini savundukları için 288’den yargılanıyorlar (Ş. Özçakmak, Milliyet, 22.01.08). Hrant da tıpatıp aynı nedenle yargılanmış, ama katledildiği için kurtulmuştu (dava düşmüştü).
Sadece, merak ettiğim şu: Bu memlekette her ne kadar Anayasa’nın “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” diyen 66. maddesi icabı Kürtler ve Ermeniler ve Yahudiler vs. Türk sayılıyorsa da, bunlara hakaret etmek serbesttir. Hatta, marifettir. Bir içişleri bakanı Öcalan’a “Ermeni dölü” demek suretiyle bir taşla iki kuş bile vurmuştur.
Evet, merak ettiğim şu: Bu insanlara hakaret edildiği zaman onlar da (12 milyon Kürt, 65.000 Ermeni, 25.000 Yahudi vs.) “aktif dava ehliyetine sahip” olacaklar mı?
Ve, bir fıkra
İçim boğuldu. Bir fıkra anlatayım da neşemizi bulalım. Ben canım sıkıldığı zaman böyle yerli-yersiz, bağlamlı-bağlamsız fıkra anlatır, rahatlarım.
Adamın birinin lâkabı Ördek Hayri imiş. Çok da sinir olurmuş. Bir gün kahvede biri pencereden bakıp “Hava kapayacak galiba” diyesi olmuş. Hayri Bey adama saldırmış. Sakinleştirip, sormuşlar. “Daha ne olacak!” demiş, “Hava kapayınca yağmur yağar. Sular birikir. Sonra göl olur. Gölde ördek yüzer. Bu bana hakaret etti”.
Oh, biraz ferahladım. Güneşli günler inşallah, efendim.

19 Ocak 2008 Cumartesi

19 OCAK'TA NE OLMUŞTU?


Epeydir internette dolaşan bir slogan logo var. Simsiyah dairenin ortasında soran gözler ve büyük beyaz harflerle 19 Ocakta Ne Olmuştu? yazıyor. İlk gördüğümde ne yalan söyleyeyim bir süre düşündüm, " Sahi o gün ne olmuştu diye?" Bu yazının yazılma sebebi de bu saniyeleri geçmeyecek beklemedir.

Sloganlarla, ezber söylemlerle konuşmayı terk etmemin üstünden ne kadar çok geçtiyse, slogan laflardan sıyrılamayanlara, ezber laflardan başka bir şey söyleyemediklerini farkedemeyenlere tahammülsüzlüğüm de o denli artıyor. Bu hassaslığım, en çok satan kitaplara uzak durmak, herkesin ayağında olan bir ayakkabıyı beğenmeme karşın alıp giymeyi istememek tarzı bir alışkanlıktan da ibaret olabilir. Yani yanlış da olabilir! Ama alışkanlığımdan yine de, internette sayıları azınsanmayacak insanın, Facebook ve benzeri sitelerde kişisel fotoğraflarının yerine bu logoyu koymalarını görüp sevmeme rağmen, kendim bunu yapmadım, yapmayı istemedim. Ama bugün aklıma çullanan ve şimdi utandığım tüm anılarım bugün bana, bu tür küçük gözüken hareketlerin dahi ne kadar "hayata döndürücü" olabileceğini, hiç değilse benim, benim gibilerin bu günü unutturmamızı, ama işte en başta kendimizin unutmaması için küçük büyük her türlü girişime destek vermemizin aslında ne kadar da gerekli olduğunu söylüyor.

Ben sanat sözü dinlediğimden midir nedir, herkesin aynı sözü söylediği bir topluluk bile olsa sözü edilen birileriyle hareket etmekten, topluca düşünmekten, yani çok çabuk sevilebilecek topluluk oluşturma, topluluğa katılma ve diğer toplanmışların eninde sonunda karşısında olmaktansa kendime çekilmeyi, kendim hareket etmeyi tercih ederim. Bir seçimden çok bir içgüdüdür bu bende. Buna rağmen geçen bir yıla oranla bu konu için en çok üzgün olduğum bugün, topluluklara karışmayı, topluca şarkılar, türküler söylemeyi, dans etmeyi ve sormayı, sorulmayı, birleşmeyi hiç ayıp bulmuyorum. Sanatçılara, bilim adamlarına karşı "..Yahudiler, Ermeniler, vatan hainleri, Türk düşmanları.." diye saldıranların kanlı ellerine aldırmayıp birbirlerine sarılıp nasıl birleştiklerini görünce, onlar gibi değil ama haraç kesene karşı birleşen esnaf gibi, dünyayı, memleketi de düşünmenin ötesinde en başta kendimizi düşünme güdüsüyle mutluluğumuzun haracını kesenlere karşı birleşmeyi çok ama çok gerekli buluyorum.

Ortaokul sıralarında, Ermenilerin soğuk kiliselerde her yıl toplanıp, kanlı haçlar altında, ellerinde silahlarla Türkleri öldürme yeminleri ettiklerini bize anlattıktan sonra Atatürk'ün iyimserliğine geçiveren üniversitede de ders veren öğretenimizi(!) hatırlıyorum ben bugün. Almanya'daki okulumda görüp tanımadığım bir öğrencinin nereli olduğunu sorduğum arkadaşımın bana; tanıyamadığım Ermeni öğrencinin nereli olduğunu, o, dillerdeki ortak kelimelerden onun hakkında konuştuğumuzu anlamasın diye, " Bizim düşmanlar var ya hani..." diye anlattığını ve benim bu tarifi hiç yadırgamayıp bir kerede bu öğrencinin nereli olduğunu anlayıverdiğimi hatırlıyorum ben bugün. Tam bir yıl önce konuk olduğumuz bir yılbaşı resepsiyonundan sonra bizi misafir eden dostların televizyonunda beraber "İstanbul'da yaşayan Ermeni gazeteci Hrant Dink"in öldürüldüğünü öğrendiğimizde, gerçek ya, çok da üzülüp şaşırmadığımızı hatırlıyorum bugün.


Bu geçen bir yıl da kendi adıma bu cinayet beni her geçen daha da üzdü. Ama bu logoya bakınca olduğu gibi bir yandan sevindim de. Çünkü bir yıl önce bugün kapkara bir gündü. Bundan karası olamaz. Bundan sonra gelecekler, bundan sonra olacaklar ancak bundan daha beyaz şeylerdir diye düşündüm, düşünüyorum. Ama emin de değilim. Yoksa, bu geçen bir yıldan sonra bu hislerimde yanılıyor muyum? Gerçekten 2008'in 19 Ocak'ı 2007'nin 19 Ocak'ından daha güzel bir gün değil midir?

2008'in 19 Ocak'ını, bu günler içinde ölenleri karşılaştırarak değil de, bir anma günü hem de nasıl anımsatma, uyandırma günüyse, artık bir 10 kasımdan dahi daha üzücü ve anılması, anımsatılması bakımından da bizler için daha "sağlıklı" ve gerekli buluyorum.

Sahi 19 Ocak'ta ne olmuştu?

Semih Ucar

9 Ocak 2008 Çarşamba

Batman'da petrol bulundu
TPAO tarafından bölgede sondaj yapılan 40 kuyunun 32'sinden petrol fışkırdı.

09.01.2008

Batman bölgesinde geçen yıl 7 milyon varil (yaklaşık 972,2 bin ton) ham petrol üretilirken, TPAO tarafından bölgede sondaj yapılan 40 kuyudan 32'sinde petrol bulundu.

TPAO Batman Bölge Müdür Vekili Erdal Coşkun, yaptığı açıklamada, geçen yıl 40 kuyuda sondaj çalışması gerçekleştirdiklerini ve sondaj çalışması sonucunda 32 kuyuda petrol bulunarak üretime alındığını söyledi.

Geçen yıl 40 kuyuda toplam 69 bin metrelik sondaj çalışması yaptıklarını ifade eden Coşkun, şöyle dedi:

''Geçen yıl (bölgede) 7 milyon varil petrol üretilerek ülke ekonomisine kazandırıldı. Bu yıl petrol arama konusunda hedefimiz 40 kuyuda 71 bin metre sondaj çalışması yapmak. En son olarak Diyarbakır'da Güney Kırtepe-2 sahasında petrol bulundu. Sondaj çalışmaları halen bu sahamızda sürmekte. Batman ve bağlı sahalarda üretimi artırmaya yönelik yüzey tesislerini güçlendirmek için çalışmalar yapıldı. Batı Raman sahasında AP-2'de yeni bir tesis kuruyoruz. Bunun temeli yakın zamanda genel müdürümüzün katılımıyla atılacak.''

AA

20 Aralık 2007 Perşembe

Bildiklerinizin dogrulugundan emin misiniz?
Bildigini sandiklarinizin ezber olabilecegini hic düsündünüz mü?
Öyleyse tiklayiniz lütfen...


16 Aralık 2007 Pazar

Türkiye’yi kurtaracak icat

Baskın Oran


1950’de babam bir Beyaz Rus’tan Alsancak’ta iki katlı bir Rum evi aldı. Göztepe’deki kira evimizden oraya geçişi anımsamıyorum; fazla küçüktüm. Ama çok iyi anımsıyorum ki eve yerleşir yerleşmez büyük bir sıkıntıya battım: İki ayakyolu da alafrangaydı. Oturamıyordum. Pis olduğundan değil, üstüme veya ahşap oturak yerine bulaştıracağım korkusundan. Epey bir süre üstüne tünedim. Zor alıştım.

Onun için, tüneyenleri anlıyorum. Tabii, kapağını kaldırarak.

Büyük icat

9 Aralık tarihli gazetelerde büyük bir icadın fotoğraflı haberi çıktı. Antalyalı girişimci mühendis Ercan Evren, alafranga tuvaletleri alaturka gibi kullanmaya olanak verecek bir düzenek yaratmış. Alafranganın etrafına at nalı biçiminde bir basamak konuyor ve onun üzerine tüneniyor. Bu kadar basit ve başarılı bir tasarım olabilir. Tam bir “Kristof Kolomb Yumurtası”. Üstelik de, kırmadan.

Büyük önemi hijyenik olmasından değil, bağdaştırıcı oluşundan. İki karşıt tarafı, fedakarlığa zorlamadan birleştiren bir model karşısındayız. Bu mantık genelleştirilse, bu ülkedeki bir sürü saçmasapan inat bitecek. Çünkü alaturka tuvalet bir tez, alafranga antitez, bu icat bir sentez. Yani, tezden de antitezden de farklı ama onların birleşmesiyle oluşan bir çözüm.

Bu memlekette sana zarar verse bile inat esas, uzlaşmaysa çok istisnaidir. Hacca gidebilmek için aşı yaptırmak gerek. Ama birçok hacı, iğne yapılacak yer alkollü pamukla dezenfekte edildiği için aşı yaptırmak istemiyor. Böylelerine çıkış izni vermesen ibadet özgürlüğünü kısıtlarsın. “Git de geber” deyip yollarsan kamu sağlığına ve düzenine aykırı davranırsın.

Oysa çözüm basit: Antalyalı mühendisin yöntemini izlemek ve aşıyı yaparken alkollü olmayan bir dezenfektan kullanmak.

Peki, ya hacı adayı bu yönteme de razı gelmezse?

İşte o zaman çıkış yapmasını önlersin ve kimse itiraz edemez.

İnadım inat…

Fevkalade “Ortadoğulu” olan bu “inat kültürü”, AKP’li Avni Doğan’ın "Bizim kültürümüz tektir, adı da Türk-İslam kültürüdür"üyle (Radikal, 07.12.07) birleşince ibadullah bela üretiyor.

Mesela, Cuma namazı. “Dinciler” bu namazı çalışma saatleri içinde kılmak için kendilerini paralıyorlar, “laikler” de bu namazı hiç kıldırtmamayı başarabilseler iftihar edecekler.
Hem çağdaş hem iyi bir Müslüman olan, elli yaşından sonra gidip yerinde İngilizce öğrenmiş dostum Yılmaz Ensaroğlu’na da doğrulattım: Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Bu vakit de güneş tam tepemize vurduğu andan yaklaşık 45 dakika sonra başlar, ikindi vaktine (bir eşyanın gölgesinin eşyanın iki katına ulaştığı ana) kadar uzanır. Yani öğle ve/veya Cuma bu arada herhangi bir vakitte kılınabilir. Yaklaşık 2,5 saatlik bir zaman dilimi.

Bu durumda, istenirse Cuma namazı vakti dine uygun olarak değiştirilebilir. Nitekim, internete girin, örneğin 02 Kasım 2006 tarihli şu haberle karşılaşacaksınız: “Ankara Müftülüğü yaz saati uygulamasının sona ermesi nedeniyle Cuma namazı saatinde yeni düzenlemeye gitti. Buna göre, şu günlerde saat 11.40 dolayında okunan öğle ezanı, yarından itibaren Cuma günleri Ankara’da bir süre saat 12.00’de okunacak”.

Kaldı ki, T. Erdoğan’ın Cuma’ya yetişebilmesi için geçenlerde Denizli’de ezanın 15 dakika geç okunduğu (www.dizi-tr.com) ve Mart 1986’da da T. Özal’ın yetişebilmesi için yine Cuma namazının Hacettepe Beytepe kampüsünde 30 dakika geç kılındığı da (http://forum.kanka.net/archive/index.php/t-443336.html) ayrıca malum.

Bu durumda, 8 Aralık tarihli medyada çıkan haberi nasıl düşünmek lazım? CHP’li başkanvekili bütçe görüşmeleri sırasında “Cuma arası” vermiyor. Bunun üzerine AKP milletvekilleri toplu olarak kalkıp, 7’si kadın 12 kişiyi “artçı” bırakarak, namaza gidiyorlar. Meğer 5 yıldır Meclis, öğle yemeği arasını Cuma namazı saatine denk getirmekteymiş.

Aldırmadan kalkıp giden AKP’li milletvekillerinin ne düşündüğünü medya yazmıyor. Ama şöyle düşündüklerine eminim: “Cuma’ya istediğimiz zaman gideriz. Zaten 5 yıldır kazanılmış hak”. Yani, Ankara Müftülüğü sorun çıkmasın diye Cuma ezanının okunmasını öğle yemeği tatiline (12.00) alıyor, ama milletvekilleri bir sorun çıkmasından çekinmiyor. Çekip gidiyor.

CHP’li başkanvekilinin bu durumda ne söylediğini de yazmıyor medya. Ama çekip gidenleri kontrpiyede bırakacak ve düşündürecek şu sözleri söylemediğine eminim: “Cuma namazı ikindiye yani 14.28’e kadar kılınabilir. Programdaki gibi 13.00’de ara verdiğimde gider, iki rekâtlık dinsel farizanızı eda edersiniz. Allah kabul etsin”. Yani, bir uzlaşma yaratmak için herhangi bir girişim yapmıyor. (Tabii, bu yazdığım gerçeğe uymuyorsa, yani CHP’li başkanvekili buna benzer şeyler söylediyse, sözlerimi geri alıyor ve kendisini tebrik ediyorum).

İnatların sonucu

Tabii, siviller inatta kafiye tutturunca, askerler tunç kafiye tutturur. Silaha sadece terörist sarılmaz ki; onlar da ara sıra silaha sarılıyorlar. 27 Mayıs 1960’da “Kardeş kavgasına son vermek için” TBMM’yi kapatıyorlar. 12 Mart 1971’de “Anarşiyi önlemezseniz kapatırız” diyorlar ve kapatmaktan beter ediyorlar. 12 Eylül 1980’de bu sefer de “Bölücülük ve irticayı önlemek” için kapatıyorlar. Arkasından 27 Nisan 2007 gecesi “Ulu Önder Atatürk'ün ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır” diyorlar ve hızlarını alamayıp ilave ediyorlar: “ve öyle kalacaktır.”

Ulusal iradenin ikide birde bu biçimde yorumlanması yaralara çare olmamış ki son olarak Org. Büyükanıt 11 Aralık’ta, aleyhine Anayasa Mahkemesi’nde yeni açılmış dava bulunan DTP’yi kastedip “PKK Meclis’e girerek legalleşmiştir” diyor.

Çünkü, aldıkları maarif (Ah! Sakallı Celal!) onlara “Vatan mevzubahis olunca gerisi teferruattır” diye öğretiyor. Halkın iradesi, teferruat. Üstelik, 1960 darbesinde TSK İç Hizmet Kanunu Md. 35’le kendi kendilerine verdikleri “Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevi” durumu legalleştiriyor.

Bu demeçle Org. Büyükanıt ulusun iradesini hiçe saymakla da kalmıyor. Şu 5 suçtan en az birini işliyor:

1) DTP’nin terörist olduğunun kanıtı elindeyse, bunu savcılığa bildirmemek suçu (TCK md.284/3 gereği 1,5 yıla kadar hapis);

2) Kanıtı yoksa, milletvekillerine hakaret suçu (TCK md.125 gereği 2 yıla kadar hapis ve ayrıca para cezası);

3) Kanıtı yoksa, TBMM’ye alenen hakaret suçu (TCK 301/1 gereği 3 yıla kadar hapis);

4) Kamu görevlilerine siyaset yasağını ihlal (211 s. TCK İç Hizmet Kanunu Md. 43; ayrıca 1632 s. Askerî Ceza Kanunu md. 148/C gereği 5 yıla kadar hapis);

5) Kovuşturma sürerken mahkemeyi etkilemek amacıyla beyanda bulunmak suçu (TCK md.288 gereği 3 yıla kadar hapis)

Ben söylemiyorum. Türkiye Cumhuriyeti kanunları söylüyor. Açınız, bakınız. Genelkurmay başkanının anayasada dokunulmazlığı varsa, onu bilemem.

Şimdi gördünüz mü bu tuvalet icadının önemini?

11 Aralık 2007 Salı

Öyle olamazsınız…

Bana sorarsanız, ben kadınların mümkün olduğunca açık dolaşmasından yanayım.

Severim ben onları seyretmeyi.

Mümkün olsa hepsini teker teker dolaşıp daha kısa etekler, daha dekolte bluzlar, daha yüksek topuklu ayakkabılar giymeleri için ikna etmeye çalışırım.

Biliyorum, kadınların benim istediğim gibi giyinmesinin ülkeyi yozlaştırıp batıracağına inanan çok insan vardır.

Ahlak, kadının bedenindedir onlar için.

Kadınları kapattıkça sanki her türlü yolsuzluğun, hırsızlığın, uğursuzluğun üstünü kapatacaklardır.

Kendi yaptıkları her ahlaksızlık, kadın elbiselerinin altına saklanacaktır.

Bunu biraz ikiyüzlü bulurum doğrusu.

Bence, ahlak insanın yaptığı iştedir.

İşini iyi yaparsan, dürüst yaparsan, kadın nasıl giyinirse giyinsin sen ahlaklısındır.

Kadını giydirerek, saklayarak “ahlaklı” olmaya çalışmak kötü bir aldatmacadır.

Ahlak, kadının giydiğiyle elde edilecek bir şey değildir çünkü.

Tabii, bunun tersi de geçerli.

Bir de kadını “açmaya” çalışanlar var.

Başını kapatanların türbanlarını illa çıkartmalarını istiyorlar.

Onlar da kadını “açarak” Batılı, çağdaş, uygar olacaklarını sanıyorlar.

Uygarlığın, çağdaşlığın kadının “saçıyla” bir ilgisi bulunmuyor.

İnsana insan gibi davranman gerekiyor “uygar” olabilmen için, hukukuna saygılı olman gerekiyor, özgürlüğüne önem vermen gerekiyor, üretim yapmasının önünü tıkamaman gerekiyor, çocuklarını iyi eğitmen gerekiyor.

Ama bir bakıyorsun, bir taraf “ahlakı”, diğer taraf “uygarlığı” kadının saçında arıyor.

Kapatırsak ahlaklı, açarsak uygar olacağız.

Ne kapatırsanız ahlaklı olabilirsiniz, ne açarsanız uygar olabilirsiniz.

Çünkü bunlar “saçla” ilgili meseleler değil.

Bu ülkenin her yanında “canavarlar” yaşıyor.

Hukuka, ahlaka, yasaya aldırmayan canavarlar.

Cinayetler işliyorlar.

İnsanları öldürüyorlar.

Genç çocukları birer katile çeviriyorlar.

Çeteler kuruyorlar.

Bu canavarlara göz yumduğunuz, onlar karşısında sessiz kaldığınız sürece sizin bir ahlakınız olmayacak.

Bu çeteleri her gördüğünüzde başınızı çevirdiğinizde, bu gerçeğin üstünü örttüğünüzde “uygarlıktan” uzaklaşacaksınız.

Ahlakınız ve uygarlığınız kadınların saçlarında değil.

Bu canavarlara karşı tutumunuzda.

Çetelerin, katillerin yakalanması için çaba gösteriyor musunuz?

Gerçeklerin oraya çıkması için uğraşıyor musunuz?

Devleti, içine saklanan canavarlardan kurtarmak istiyor musunuz?

Bu ülkede yaşayan herkesin hayatının güvencede olması için bir katkınız var mı?

Öldürülen insanların bedenlerine baktığınızda “ben de bir şeyler yapmalıyım” öfkesine kapılıyor musunuz?

Yoksa sadece “açalım mı, kapayalım mı” kavgalarının tarafı mısınız?

Bu kolaycılığın parçası olmayı gerçekten böyle çabucak kabulleniyor musunuz?

Kadınları kapatınca ahlaklı, açınca uygar olacağınıza inanmak size tuhaf gelmiyor mu?

Bakın, siz ne yaparsanız yapın, bu ülkedeki çeteler, bu ülkedeki katiller, bu ülkedeki hukuksuzluklar temizlenmedikçe, uygar da olmayacaksınız, ahlaklı da olmayacaksınız.

Hep birlikte ahlaksız barbarlar olarak yaşayacağız.

Göz yumduğumuz her cinayet bizi ahlaksız ve barbar yapıyor çünkü.

Kolayına kaçıyorsunuz.

Bu kadar bağırarak kavga etmeniz, içine saklandığınız kolaycılığı hem kendi gözünüzden hem de başkalarının gözünden saklamak için.

Ama saklayamıyorsunuz.

Bana sorarsanız, ben ahlakı ve uygarlığı olması gereken yerde, adalette, dürüstlükte, hakkından fazlasını istememekte aramanızı söylerim.

Benim ne istediğime gelince…

Ben, ülkenin ahlaklı, uygar ve kadını kısa etek giyenini severim.

Ahmet Altan - Taraf Gazetesi, 7 Aralık Cuma

4 Aralık 2007 Salı

İşte PKK'nın gerçek 'troyka'sı

PKK'da öne çıkan isimler Murat Karayılan ve Cemil Bayık. Halbuki kanlı örgütü sevk ve idare eden bir troyka var. Bu üç isim Türkiye'de Kürtlerle Türkler arasında kitlesel bir savaş çıkmasını istiyor. Peki bu troyka hangi isimlerden oluşuyor?


HAŞİM SÖYLEMEZ- AKSIYON

Türkiye, terör örgütü PKK’nın ön plana çıkan iki önemli ismi Murat Karayılan ve Cemil Bayık’ın teslim edilip edilmeyeceğini tartışıyor. Hemen herkes iki teröristin Irak’taki Amerikan güçleri tarafından derdest edilip Türkiye’ye teslim edilmesini bekliyor. Şüphesiz iki teröristin yakalanıp teslim edilmesi çok önemli; ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Bazı istihbarat birimlerine ve örgüt kaynaklarına göre terör örgütü PKK, uzun süredir Karayılan ve Bayık gibi ön planda görünen isimler tarafından yönetilmiyor. Peki geri planda kalarak kanlı örgütün hem stratejisini çizen hem de eylem planlarını yapan bu isimler kimler?

İddialara göre bu kişiler Duran Kalkan, Mustafa Karasu ve Ali Haydar Kaytan. Bunlara ilaveten bir de Sabri Ok ismi zikrediliyor. Kürtlerin önemli bir kesimi ve bazı PKK’lılara göre ilk üç isim derin güçlerle birlikte hareket eden “derin PKK’lıları” temsil ediyor. Ulusalcı bir fikri benimseyen üçlüye göre AK Parti, İslamcı özelliklere sahip bir parti ve niyeti Türkiye’yi geriye götürmek. PKK’dan ayrılarak Kuzey Irak’ta yaşamaya başlayan terörist Osman Öcalan, söz konusu üçlünün (Kalkan, Karasu ve Kaytan) çok tehlikeli olduğunu belirtiyor: “PKK’nın içinde de Kemalistlerden daha çok Kemalistler var. Solcular ve Aleviler de yer alıyor ayrıca. Özellikle solcu Aleviler PKK içinde her zaman güçlü ve etkin oldular. Türkiye’deki bazı güçlerle çalışıyor, onlarla birlikte hareket ediyorlar.”

TROYKANIN BİLİNMEYENLERİ

“PKK’nın derin troykası” olarak tanımlanan teröristlerin en çarpıcı özelliği radikal solu benimsemeleri, Alevi ve ateist olmaları. İlginç olan ise her ismin ayrı bir fraksiyonu temsil etmesi. Radikal solcuların liderliğini Duran Kalkan yapıyor. Ateist Alevilerinkini de Mustafa Karasu ile Ali Haydar Kaytan. Bu isimler İslamiyet’e ve dindar yöneticilere karşılar. PKK’nın savaştan yana bir çizgi izlemesini, örgütün belirlenmiş zamanlarda eylem yapmasını istiyorlar. Demokratik Toplum Partisi (DTP) üzerinde baskı kuran üçlü, Türkiye’de kitlesel bir savaşın çıkmasını da arzu ediyor. Mustafa Karasu, bundan bir ay önce yaptığı açıklamada, Türkiye’de bir Türk-Kürt kavgası çıkarabileceklerini şöyle dile getirmişti: “Bu gidişata artık dur deme zamanıdır. Kürtler topyekûn yok edilmek isteniyor. Kürtlerin inançları yok edilmiş, yeni bir inanç dayatılmıştır. Bunun artık özgür bırakılması lazım. Bunlar sağlanamazsa toplum arası bir savaş başlar. Bu savaşı artık kimse durduramaz. PKK bunu sağlayacak güçtedir. Kimsenin maşası olmayacaktır.”

“Abbas” kod adını kullanan Duran Kalkan, Adana Karaisalı doğumlu. Örgütün başkanlık konseyi üyesi. Haziran 2005’te Murat Karayılan’a yönelik suikast girişiminin arkasındaki isim olarak da biliniyor. Örgütte bilinen bir diğer lakabı ise provokatör. Diyarbakır cezaevinde tutuklu bulunan terörist Şemdin Sakık’ın verdiği ifadelere göre Duran Kalkan “yaşam düzeyi yetersiz” bir kişi. “Ezberlediği kitabî bir dünyaya sahip. Fikrini değiştirmez ve ezberlerini kolay kolay bozmaz.”

Sivas Gürün doğumlu Mustafa Karasu’nun kod adı Hüseyin Ali. PKK’nın kurucu üyelerinden biri. Örgütün dış ilişkilerinden sorumlu. PKK’ya 1978’de katılır. 12 Eylül darbesinden sonra bir süre cezaevinde kalır. Siyasi yönü güçlü olan Mustafa Karasu, PKK’ya açılım getiren biri olarak kabul ediliyor. PKK’dan ayrılan bazı itirafçılara göre Karasu, “savaş isteyen ancak savaş taktiği anlamında yetersiz” bir terörist. Tunceli doğumlu Ali Haydar Kaytan, “Fuat” kod adını kullanıyor. Örgüt içinde “kişiliksiz ve korkulan biri” olarak tanımlanıyor. PKK’nın istihbaratından sorumlu. Bütün telsiz kodları onun tarafından belirleniyor. Bilgilerin gidiş ve gelişini kontrol eden tek isim olduğu söyleniyor. Bu görevi onu, PKK ile birtakım güçler arasındaki irtibatı sağlayan kişi olarak ön plana çıkarıyor. Kaytan’ın aynı zamanda PKK’nın merkez karar yürütme kurulu üyeliği de bulunuyor. İmralı’da tutuklu bulunan teröristbaşı Abdullah Öcalan, verdiği ifadelerde Ali Haydar Kaytan için “Yorum kabiliyeti çok güçlüdür.” diyor. Semdin Sakık’a göre Kaytan’ın teorik yönü güçlü; ancak pratik yönü zayıf: “Örgüt tabanında kişiliksiz olduğu için pek sevilmez. Ancak PKK’nın en etkili ismi konumundadır. Hep geri planda kalarak iş yapmayı sever.”

Troykanın yedeği konumundaki Sabri Ok hakkında bilinen en belirgin bilgi, terör örgütü üyeliği suçundan 20 yıl boyunca Bursa Cezaevi’nde tutuklu kalmış olması. Cezaevinden çıktıktan sonra Kandil’e giden ve üçlüyle birlikte hareket eden Ok, DTP’nin PKK ile ilişkisini ve duruşunu belirleyen kişi olarak kabul ediliyor. Nurettin Demirtaş’ın DTP’nin başına getirilmesinde etkili olduğu söyleniyor. Sabri Ok ile Nurettin Demirtaş, bir süre Bursa Cezaevi’nde birlikte kalmıştı.

Terör örgütünde etkili olan dördüncü bir isim ise Suriyeli Dr. Bahoz Erdal Kod adını kullanan Fehman Hüseyin. Bu üçlünün belirlediği stratejiye göre silahlı kanadı harekete geçiren kişi olarak biliniyor. Bahoz Erdal, şehirlerde eylem yapan TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) ve intihar eylemcileri başta olmak üzere HPG’nin (Kürdistan Savunma Güçleri) sorumlusu olarak biliniyor. Hüseyin’in en bilinen lakabı Kukla. Kendisi için söylenen diğer bir lakap ise Cellat. PKK’nın bütün eylemlerinde Bahoz’un imzası bulunuyor. Zap Kampı’nı üs olarak kullanan Fehman Hüseyin elindeki silahlı güçle en tehlikeli isim olmasına rağmen tuhaftır ki, ne Abdullah Öcalan ne de Şemdin Sakık’ın ifadelerinde adı geçiyor.

Aksiyon

30 Kasım 2007 Cuma



SIR CÖZÜLDÜ

Çanakkale Savaşı'nın simgesi haline gelen yırtık kıyafetli, ayakkabısız iki Mehmetçiğin yer aldığı fotoğrafın sırrı ortaya çıktı

Simge Mehmetçikler' Çanakkale Savaşı'na katılmamış

O fotoğraf 1930'da çekilmiş

ÇANAKKALE Savaşı'nın simgesi haline gelen, yırtık elbiseli ve ayakkabısız Mehmetçik fotoğrafın sırrı çözüldü. Fotoğraftaki kişilerin Bolu'nun Elmalık Köyü'nden İbrahim Bayseç ile Niyazi Yıldırım oldukları, İzmir'deki Çiğli Havaalanı'nda 1930'da işçi olarak çalışırken Alman bir pilot tarafından fotoğraflarının çekildiği ortaya çıktı.

CHP Bolu İl Teşkilatı'nın geçen yıl bastırdığı afişlerde babasının fotoğrafını görünce şaşıran 65 yaşındaki Seyran Bayseç, "Babamın o fotoğraf ile savaşın simgesi haline geldiğini öğrendim. Ancak babam 1911 doğumlu. Yani Çanakkale Savaşı başladığında 4 yaşındaydı.

O fotoğraf babam Çiğli Havaalanı'nda işçi olarak çalışırken çekilmiş" dedi.Çanakkale Savaşı'nın simgesi olarak partilerin, dernek ve odaların, birçok resmi ve özel kurumların afişlerinde kullandığı fotoğrafta yırtık kıyafetleri, ayakkabısız halleriyle gazete ve televizyonlara konu olan, Çanakkale Savaşı'nda vatanı için savaşan askerler lanse edilen kişilerin Bolu'nun Elmalık Köyü'nde oturan İbrahim Bayseç ile Niyazi Yıldırım oldukları ortaya çıktı. Bayseç ve Yıldırım'ın, İzmir Çiğli Havaalanı'nda işçi olarak çalışırken bir Alman pilota poz verdikleri, pilotun torununun geçen yıllarda fotoğrafı internette satışa çıkarması üzerine fotoğraf Çanakkale Savaşı ile simgeleşti.

CHP AFİŞİNDE BABASINI GÖRDÜ

CHP Bolu İl Teşkilatı'nın seçim propagandası çalışmaları kapsamında bastırdığı afişlerde babasının fotoğrafını görünce şaşıran 3 çocuk babası müteahhit Seyran Bayseç, partiye giderek fotoğrafı nereden bulduklarını sordu. Fotoğrafın Çanakkale Savaşı'nın simgesi olduğu cevabını alınca şaşkınlığı artan Seyran Bayseç, "Babam Çanakkale Savaşı'nda 4 yaşındaydı. Nasıl böyle bişey olabilir?" diyerek şaşkınlığını söyledi.

FOTOĞRAF ÇİĞİLİ HAVAALANINDA ÇEKİLDİ

Bolu Dağı eteğinde bulunan Elmalık Köyü'nde yaşayan Seyran Bayseç, babasının 1982'de, Niyazi Yıldırım'ın ise 1994'te köyde hayatlarını kaybettiğini söyleyerek, fotoğrafın öyküsünü şöyle anlattı:"Babamın o dönemde 4 yıl süren askerliği yapmak üzere gitmesinden yaklaşık 1 yıl önce yani 1930 yılında İstanbul- Ankara tren hattını döşemek için bizim köye Alman bir ekip gelmiş. Köyde 2-3 ay kalmışlar. Ancak Bolu Dağı'nı geçemeceyeceklerini anlayınca vazgeçmişler. Köyden giderken de `Bizimle çalışmak ister misiniz?' diyerek 12 kişiyi yanlarında götürmüşler. Onların içinde babam ve fotoğrafta yanında bulunan Niyazi Yıldırım da varmış. Çiğli Havaalanı'nda çalışmışlar. Ancak, paralarını alamamışlar. 10 kişi köye dönmüş. Babam ve Niyazi amca da 6 ay çalıştıktan sonra paralarını alamayınca köye dönmek için şantiyeden çıkmışlar. O sırada bir Alman pilot fotoğraflarını çekmiş. Babam ve Niyazi amca köyümüze ancak bir ayda gelebilmişler. Babam sağken, bize bu fotoğraftan söz ederdi. `Bir Alman bizim fotoğrafımızı çekti' derdi."

"YANLIŞI DÜZELTMEK İÇİN ÇALIŞTIM"

Çanakkale Savaşı'nda babasının 4 yaşında olduğunu kaydeden Seyran Bayseç şöyle devam etti:"Benim babam Çanakkale harbine katılmadı. Parti afişinde babamın fotoğrafını görünce, bu yanlışlığı düzeltmek için çaba harcadım. Bir televizyon programına katılmak istedim. Ancak, programa kabul edilmedim. Bana fotoğrafın bu şekilde kullanılması nedeniyle mahkemeye başvurmamı söylediler. Ben de `Neden mahkemeye başvurayım?' dedim. Ben babamın fotoğrafının bu şekilde kullanılmasından rahatsız değilim. Ancak bunun doğrusunu da ortaya çıkarmak istiyordum. Genelkurmay Başkanlığı'ndan babamın nasıl bir asker olduğunun ortaya çıkarılmasını istedim. Böylece, o fotoğrafın Çanakkale harbinde çekilmediğini kanıtlayacaktım. Çünkü babam İzmir'den geldikten kısa bir süre sonra askere gitti. Askerliği'ni Siirt'te yaptı. Orada `Dersim ayaklanmasının' bastırılmasında görev aldı. Babam, başarılı bir askerdi. Hatta 4 yıl sonra askerden gelince Bolu Alay Komutanlığı'nda başarısından dolayı mükafatlandırılmıştı. Niyazi amca da babamla aynı dönemde yaptı askerliğini. Ama bildiğim kadarıyla o Adapazarı'nda yaptı."Annesi ve babasının birlikte çekilmiş fotoğrafını gösterip, iki fotoğrafı karşılaştıran Seyran Bayseç, "Babam iki fotoğrafta da aynı pozu vermiş. Bu iki fotoğrafa baktığınızda, o fotoğraftaki kişinin babam olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz" dedi.
YURTDIŞINDAKİ VATANDAŞLAR DA OY KULLANACAK

Yurt dışındaki Türk vatandaşlarının oy kullanmasını mümkün kılacak yasal düzenlemeye ilişkin hazırlıklar, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in başkanlığındaki toplantıda ele alındı.

Başbakanlık Merkez Bina’da yapılan toplantıya, Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve ilgili bürokratlar da katıldı.


Toplantının başında bir açıklama yapan Çiçek, şunları söyledi:


"Yurt dışındaki vatandaşlarımızın oy kullanmasını mümkün kılacak bir yasal düzenleme yapılmasıyla ilgili bir karar almıştık. Bu karar çerçevesinde bugün bir toplantı daha yapıyoruz. Geçtiğimiz toplantıda bu konuyla ilgili bir taslak metnin 30 Kasım tarihine kadar hazırlanmasını arzu etmiştik. Başbakanlık Kanunlar Genel Müdürlüğü başkanlığında bir taslak hazırlandı." Hazırlanan bu taslak üzerinde görüşeceklerini ifade eden Çiçek, taslak üzerinde çalışmalar yapıldıktan sonra, taslağı başta siyasi partiler olmak üzere ilgili kuruluşlara göndermeyi planladıkları söyledi.


Çiçek, "Hükümetimiz, böylece yarım yüzyıllık talebi inşallah gerçekleşmiş olacak" dedi.

Milliyet

29 Kasım 2007 Perşembe

Şu çılgın palavracılar

Dün yazdım, elbette kimse takılmamıştır: Biz hiçbir şehir kurmadık, hiçbir yer keşfetmedik, hiçbir şey icat etmedik.

Şehir kurmadık, hep başkalarının şehirlerini ele geçirdik.

Asıl adı Manzikert olan Malazgirt’ten başlar bu, bir ara elimizden kaçırıp da geri aldığımız İzmir’e kadar gider.

Elbette eskiden birer çadırlar kümesi olan Taşkent, Buhara, Semerkand falan sayılmazsa...

O şehirlere muhteşem damgalar vurduk: Önce Konya, Kayseri, Sivas, sonra Bursa, Edirne, İstanbul “bizim” oldular. Azınlıkları kovalayınca da tepeden tırnağa bizim.

Ama bunların hepsi Bizans şehirleriydi aslında.

Aldıklarımızın bir kısmını geri verdik: Belgrad, Budapeşte, Atina, Selanik, Bükreş, Şam, Bağdat, Kahire, Mekke, Medine...

İzlerimizi de çabuk sildiler: Her bir şehirde iki cami, iki türbe, iki çeşme kaldı geriye, o kadar.

Toprak alınca sevinip toprak verince üzülmekle geçti tarihimiz. Almak en doğal hakkımızdı, ne cüretle bizden geri isteyebiliyorlardı?

O topraklara feodalizmden daha ileri bir düzen götürüp tutunduk, kapitalizm doğup gelişince tutunamaz olduk. Bizi püskürttüler.

Çünkü bilimle de ilgimiz olmadı. Bilim üretemedik, onu işe vurup teknoloji de yaratamadık.

Bu nedenle de hiçbirimizin icat ettiği hiçbir şey yoktur.

Hezarfen Çelebi’nin uçma denemesi, Edward Jenner’in yeniden ürettiği çiçek aşısı gibi “hoşluklar” dışında... Bunlar el yordamıyla “sezilmiş” hoşluklardı. Ortada ne hipotez vardı ne laboratuvar ne deney ne sağlama.

Tümevarımı bilemedik, hep tümdengeldik anasını satayım!

Tövbe, aklıma bir “Behçet hastalığı” geliyor, ama o da icat değil alt tarafı teşhis, bir de Zafer Mutlu’dan torpilli medya doktoru Mehmet Öz’ün yerli yersiz “fındık yiyin” demesi...

Ama bir Atom Enerjisi Komisyonu’muz bile olacaktı bir yerlerde...

Kullandığımız teknoloji ithal malıdır, hem de eskisi.

Kalkıp da bana Fatih Sultan Mehmet’in topundan sözetmeyin, onu yapan Urban adında bir Macar. O zamanlar mühendis denmediği için, usta.

Elimize kalan da, Fiat ve Renault fabrikalarının eski kalıpları. Toyota’nın “bize yeterli” gördüğü orta halli modelleri.

Hiçbir yeri keşfetmiş değiliz, on altıncı yüzyıl başlarında Hindistan kıyılarını şöyle bir yoklayıp, Portekiz’in deniz gücü karşısında söktüremeyip geri bastığımız zaman aralığını saymazsanız... Okyanusları bırakın, bizi Batı Akdeniz’e bile sokmadılar.

Piri Reis haritası mı? Kopyadır ulan o, kopya!

Dünyayı dolaşmayı bile ancak yirminci yüzyıl sonlarında akıl edebildik, o da ya küçük tekneyle büyük gemi yedeğinde, ya da sıkılınca ara ara uçağa atlayıp İstanbul’a dönerek.

Bir yandan da yurt dışına çıkan, biryerleri, birşeyleri merak edenlerimize küfür ederek!

Çılgınlara haksızlık da etmeyelim: Bir “Feydamid” projemiz vardı, onunla uzaya gidecektik, herhalde akşam serinliğinde...

Bir de Dönergeç projemiz var, fizik kanunlarına meydan okuyan devr-i daim makinesi ama henüz piyasaya çıkamadı. Ulusalcı bir makine bu, gazeteciler ve bürokratlar destek veriyorlar.

Zaten meydan okumayı severiz biz, yedi düvele de, bilime de.

Eşeğimizi kaybedip bulunca bize Nasreddin Hoca, Batı Anadolu’yu kaybedip geri alınca da çılgın diyorlar.
Musul ile Kerkük’ü geri alamayınca da kahraman.

ENGIN ARDIC